Nurdan Kıyar
İnönü Üniversitesi - Okul Öncesi Öğretmenliği
“ Ve sanırım beni ölüm döşeğimden çağırsan, birden ayağa kalkıp sana gelecek gücü bulurdum. “ ( Stefan Zweig )
Betimleme ustası ve yoğun anlatımıyla akıllara kazınmış, Satranç kitabını neredeyse okumayan kimsenin kalmadığı ve de 2. dünya savaşı sonrası eşiyle birlikte intihar edişiyle büyük yankı uyandıran, keşke daha uzun yaşasaydı da nice güzel kitaplar yazsaydı dediğimiz bir yazar. Ve yine kendi gibi büyük ün kazanmış bir kitabı.. Bir kadının yaşamından 24 saat.
Herkesin unutamadığı anlar vardır değil mi? İşte bu kitapta 67 yaşındaki bir kadının unutamadığı tam 24 saat. Yıllarca düşünmediği bir gün bile olmayan o gün. Toplumun belirli tabuları altında ezilmişlik.Ellerini okuduğun bir insan. Suskunluk. Aslında bir itiraf. Bir kadının yaşamından tam 24 saat.
Sizi yıllarca sakladığınız bir sırrınızı itiraf etmeye ne götürür? Mrs. C.’ yi itirafa götüren bir grup tatilcinin kaldıkları oteldeki Madame Henriette adlı asil, iki çocuklu bir kadının kim olduğu bilinmeyen bir genç ile kaçmasıdır. Pek tabii bu olay otelimizde çok yankı uyandırır. Ayıplamalar, iftiralar, ağır ithamlar..Hatta söylenenlere cevaben Stefan Zweig’ın bugün bile yankı uyandıran sözleri duyulur:
“Herkesçe malum olaya, bir kadın yaşamının bazı anlarında, kendi iradesi ve denetimi dışında gizemli güçlerin etkisinde kalır şekilde olumsuz yaklaşmak, aslında yalnızca kendi içgüdümüze ve doğamızın şeytani yönlerine karşı duyulan korkuyu ifade ediyor.”kolayca baştan çıkarılanlara “göre kendini daha güçlü daha akıllı ve daha temiz hissetmek bazı insanlara haz veriyor olmalı. Diğer yandan ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle alışıla geldiği üzere, kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum” ..
Ama bir kişi çoğunlukla aynı görüşte değildir. O kişi Mrs. C.’ye yıllarca kimseye anlatmadığı sırrı itiraf ettiren kişi ile aynıdır. Yani anlatıcımızdır.
Anlatıcımız herkesin aksine bu olaya en derinden bakar. Onun bu bakışı Mrs. C.’ yi “beni anlayabilecek birisi var” diyerek düşünmeye iter. Ve sonunda anlatıcımıza 24 saatini ömre bedel 24 saatini anlatmak istediğini bir mektupla iletir.
Mrs. C. genç yaşta eşini kaybetmiş sessiz,sakin ve melankolik bir kadındır. Sürekli gezerek hayatını sürdürür. Bir gün Monte Carlo’ya düşen yolu, hayatına bambaşka bir yön verecektir. Kumar masasındakileri incelerken bir adam ilgisini çeker. Öyle naif öyle narin ve dikkat çeken elleri vardır ki Mrs. C. kitap gibi okuyormuş adeta. Oyunun sonunda ellerinden bittiğini, varı yoğunu kaybettiğini ve harap kalkışından bu sürüklenişinden intihara doğru yol aldığını anlamıştır. Ve içindeki karşı konulamaz çekim hiç tanımadığı o genç adamın peşinden sürüklemiş onu gecenin bir saatinde. Adamı bir bankta öylece oturur halde bulur. Deli gibi yağmur başlamasına rağmen hiç kıpırdamadan öylece durmaktadır genç adam. Kendinden öylesine ümidi kesmiştir ki adeta yağmura teslim olmuştur. Mrs. C. o haline dayanamaz ve onu sakin bir yere çekmeyi başarır. Genç adama nerede oturduğunu sorar. Adam direkt Nice’den geldiğini ve kalacak yeri olmadığını söyler. Çünkü kadını kumarhanede parası için adamlara dadanan kadınlardan zannetmiştir. Mrs. C. ise kendisine yardım için para verebileceğini ve kalacak bir yer ayarlayabileceğini söyler. Genç adam o kadar zordadır ki teklifi umarsızca kabul eder, bir otele yerleşirler. Genç adamın çaresizliği Mrs. C.’nin karşı koyulmaz arzusu ile karışmıştır, iki ayrı ucun birbirlerine kenetlenmesi gibi farklı duygular ve farklı sezgilerle birbirlerine tutunmuşlardır. Sabah olduğunda Mrs. C. derin bir üzüntü içerisindedir. Yaşadığı bu derin pişmanlığı anlatırken; ”Bu kötü durum ne kadar sürdü bilmiyorum: Böyle anlar yaşamda ölçülebilen zamana göre farklılık gösteriyor.” der.
O sırada genç adam uyanmıştır ama utancından ne yapacağını bilmeyen Mrs. C. ona hiç konuşma fırsatı vermeden, kalkıp giyinmesini ve saat 12.00 ‘de kumarhanenin girişinde olmasını söyler. Niyeti orada adama yardım edip bu şehirden uzaklaşmaktır. Ama işler hayal ettiği gibi gitmez ve adamın coşkun seline kendini kaptırır. Bir öğle yemeğine çıkarlar ve genç adam nereden geldiğini, başından geçenleri kısacası her şeyi anlatır. Beraber faytona binerler keyifli ve güzel vakit geçirirler. Sonrası için Mrs. C. genç adama bir miktar para ve tren biletini verir. Aslında içinden geçirdiği şey genç adamın Henriette ( kitabın başında sevdiği adamla kaçan asil kadın ) gibi bütün tabuları yıkarak, sadece kalbinin izinden her şeyi ama her şeyi geride bırakıp onunla gitmek istemesidir. Fakat genç adam hayata karşı o kadar umarsızlaşmıştır ki parayı ve bileti direkt kabul eder. Bu da Mrs. C.’yi hayal kırıklığına uğratır. Ve Mrs.C için bu ayrılık fikri muhteşem bir acıya dönüşür ve genç adamla o da o tren’e binecektir.Vedalaşmak için gideceği zaman kendisini vagona atışına kadar düşünür. Ama çok az zamanı kalmıştır. Hızlıca eşyalarını toplar ve trene koşar ancak tren gitmiştir.
O buruk acıyla yapması gerekenin gittikleri yerlere gidip, o anları tekrar yaşamak olduğuna inanır. Onu ilk gördüğü yere kumarhaneye gider. Ve o an gördüklerine inanamaz çünkü genç adam orada aynı masadadır. Mrs. C. ‘nin verdiği parayı aynı hararetle kumara harcamaktadır. Büyük bir hayal kırıklığı ve aynı anda tekrar görmenin sevinciyle genç adama yaklaşır çok yakınında durmasına rağmen genç adam onu görmez. Çünkü kumar onun için bir tutkudur. Uğruna her şeyi kaybetmeyi göze alabileceği bir tutku.Mrs. C. sert bir tavırla genç adamı masadan kaldırır fakat beklemediği bir tepkiyle karşılaşır. Yüzlerce insanın içinde, herkesin dönüp ona bakacağı bir ses tonunda “Siz kim oluyorsunuz ya beni rahat bırakın! “ diye bağıran genç adam karşısında şoka girip muhteşem bir hezimete uğrayan Mrs. C. oradan uzaklaşır. Tek isteği yok olmaktır. Bütünüyle zamandan, her andan ve tüm yaşananlardan kaçmak. Öyle de yapar o gece çıkar ve gider. Daha sonra kendisini kimsenin tanımayacağı bir ülkeye yerleşir. Kimsenin tanımadığı bir yerde olmak yaşadığı bu onur kırıcı durumu atlatmasının tek çaresidir. Bu an bu bir tek an, Mrs.C.‘yi öylesine sarsmıştır ki aradan yirmi dört yıl geçmesine rağmen bu anı tekrar hatırladığında tüyleri ürpermiştir acıdan. Ve anlatıcımıza dönüp devam eder: “Nasıl olup da birden size başımdan geçen olayları anlatmaya karar verdiğimi anlıyorsunuzdur. Siz Madame Hernriette’i savunup bir kadının yaşamında yirmi dört saatin nasıl kökten değişilebileceğini söylediğinizde orada ben kendi yaşamımı buldum. İlk kez kendimi onaylanmış hissettim.” der. Yıllarca içten içe onu yiyip bitiren bu tek bir “an” ın sonu da bir “an” da olmuştur. Mrs. C. bu itirafın dayanılmaz hafifliğiyle bu hikayeyi bitirir. Stefan Zweig’ın bir muhteşem öyküsü de burada son bulur.
Akıllarda kalıcı olan ise herkesin hayatında mutlaka bulunan o kısacık “an”dır. Bazen bir ömrün feda edildiği bazen tüm doğruların yıkıldığı bazen asla yapılmayacakların yapıldığı “an”. Aslanı umarsızca peşinden sürükleyen bir geyiğin kanı mıdır yoksa aşk? Bir gece yatakta yüzünü incelediğin insanın yüzünde ömrünü görmen midir? Deli gibi tutup saçından sürüklediğin doğruların bir anda paramparça oluşu mudur aşk ? Ya da asil ve yaşamaktan dahi korkan bir kadının bir gece vakti genç bir adamı dünyası ilan etmesi midir? 24 saat midir aşk? Sahi nedir? Herkese göre farklılık arz eder pek tabii. Ve tanımlamalar her zaman sığ kalacaktır karşısında. Tabuların her zaman tutkular karşısında yıkılacağı gibi. Bir an’ ın yaşandıktan sonra bir insanı tam 24 yıl aynı an’da aynı tutkuyla tutacağı gibi...
( Bu analiz tam 24 saatte yazılmıştır. O “an” gibi. )
YORUM YAP
Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır. Yorumunuza yanıt verildiğinde mail ile bilgilendirileceksiniz.