Sizden Gelenler
Sizden gelen yazıları yayınlıyoruz
“Yaşam, var olmak adına kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış süreden başka bir şey değildir ve insan gelişimi gerçekleştirmek zorundadır.”
der Andrey Arsenyeviç Tarkovsky. Bu cümleye biraz daha farklı bir boyuttan baktığımda zamanın yaşamımızla kesiştiği nokta sadece insanın kendi gelişimini gerçekleştirmek için süregelen, kırılmaz kesitten başka bir şey olmadığı sonucuna varıyorum. Hatta Tarkovsky işi bir adım daha öteye taşıyarak bunun bir zorunluluk olduğunu dile getiriyor.
Yaşayan ya da ölü fark etmez. Her insan tüketir. Yaşayanlar havadan umuda, sudan yaşamına kadar somut veya soyut her şeyi tüketebilir. Ölüler toprağın hapsinde kadavralarını, hiç olmazsa ardından sevdiklerini tüketir. Diyorum ya ölü ya da diri farketmez her insan tüketir. Ama insan bir türlü bilmez -belki de kabul etmez- tükettikçe tükeneceğini.
Gelişmek. Ne kadar da heyecan verici bir kelime. Gelişim diğer bir deyişle her neyimiz varsa ona salça olan arkadaşımız. Hayatın neredeyse her döneminde etrafımızı saran bir çeper gibidir. İnsanı sürekli, devrederek, nöbetleşe bir biçimde donanımsal ya da zihinsel olarak değişime ve dönüşüme tabi tutar. Kaçınılmazdır. Zamanla tahmin edilemez sürprizlerle ya da felaketlerle baş başa bırakır insanı. Bir bebeği ilk kelimelerini söylediği zamandan koparıp tarihin gelmiş geçmiş en iyi anlatı ustalarından biri haline getiren yine gelişimin ta kendisidir. Az ya da çok her insan gelişir. Ne kadar gelişeceği ise genelde gelişime karşı takındığı tavırla ilgilidir.
“Beni öldürmeyen her şey beni güçlendirir”. -Friedrich Nietzsche
Yürümeye yeni çıkmış bir bebeğe rastlamıştım otobüs terminalinde. Zar zor ayakta durabilirken bakışlarında zerre tereddüt uyandırmayan bir hayranlık ve güven ifadesini saklıyordu. Bir dev ile karşı karşıyaydı. Dev dikilmiş önünde bütün kelimeleri eksiksiz ve hatasız bir şekilde telaffuz edebiliyordu, üstüne üstlük hiç zorlanmadan ayakta durabiliyordu.
Ne kadar da mucizevi bir olaydı değil mi?
İlk ağlayışında onun yanında duran, ihtiyaçlarını karşılayan, acılarını dindiren, içinde bulunduğu ıstıraptan sıyıran yanındaki yüce eldi. Tereddüt etmediği bir şey varsa onun da böylesine olağanüstü bir profile kavuşması gerektiğiydi. Acıları, ihtiyaçları gibi çeşitli etmenlerin beraberinde getirdiği bir öğreti vardı. Zamanı geldiğinde bütün bu karmaşa ile kendi başına mücadele etmesi gerektiğiydi. Şanslıysa eğer ulaşmak istediği noktaya varması için gerekli zamana ve kabiliyete sahip olacaktı.
Bir ergenin ebeveynlerine karşı direnişinde, diklenişindeki sebeplerden birinin yine bu gelişimsel yeterlilik kavgası olduğuna inanıyorum. Belki de hiç yabancı gelmeyen kelimelere dökülür ergenlerimizin davası: “Ben artık büyüdüm, beni rahat bırakın.” Ürkütücü ama umut vaat eden bir dönemdir.
Bütün bunlara rağmen, gelişen insanların muazzam çoğunluğunu hesaba katarsak, ne yazık ki geliştiren insan topluluğu gelişen insan topluluğunun yanında çok komik bir azınlığa sahiptir.
Sahi bugün ne-yi geliştirdiniz?
“Kendini Gerçekleştirme” savının ilk basamağının yaratı zincirine tutunmak olduğunu düşünüyorum. Evet daha iddialı bir şekilde dile getirmek gerekirse 'İnsanoğlu ilk fikirsel tasarısını eyleme döküp somut tasarıya dönüştürdüğünde yaratıcısı ile olan bağını hiç olmadığı kadar güçlendirdi.'
E hal böyleyken yaratı eylemi temelde keşfetme dürtüsünün derinlerinde yatan, kanayan ve kapanmayan yarasıdır. Hadi ama! Neredeyse hepimiz gerçekten yaratıcı, ama hiç bir zaman gerçeklikten daha yaratıcı olamayacak kadar talihsiz varlıklarız.
Daraltılmamış haliyle, daha önceden hiç varolamayan bir şeyi var edebilmek adına var olma cüretinde bulunmuş aptalca her ne varsa onlardan bağımsız herhangi aptalca bir fikri değil üretmek, hayal dahi edebilir miydiniz?
Meali şu:İlahi bir varlık bir şeyler yaratır, sen de öyle mal mal bakarsın.
Hal böyleyken insanın yaratabildiğine nasıl inanırsınız-inanırız?
-Buna bir sonraki yazıda değineceğim-
Ama üretmek zorundayız değil mi? Bir şeyler ortaya koymalıyız.
Biz naptık?
Yani bir şeycikler yapmışızdır dimi?
Evet yaptık!
Tablomuz şöyle:
Üreten ve ürettikçe tüketen bir toplum olmak yerine, üreyen ve üredikçe tüketen bir toplum olmayı seçtik. Çünkü yeri geldi suçladılar bizi. Bak bu atasözlerimize de yansıdı. O kadar uzun zamandır kültürümüze işlemiş ki bu, atalarımız ‘Meyve veren ağacı taşlarlar’ demiş.
Sahi noldu da bu coğrafyada işini iyi yapmak suç sayılır oldu? Bunu yorumlarda aydınlatabiliriz. Seçimlerimizin sonuçları olduğumuzu kabul edince tablomuz daha da katlanılmaz bir hale geliyor.
Al işte yine kendimi gerçekleştiremeden gidiyorum, sonra çok korkunç şeyler oluyor...
YORUM YAP
Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır. Yorumunuza yanıt verildiğinde mail ile bilgilendirileceksiniz.