7.GÜN
İhsan Oktay Anar, bu isim unutulmayacak bir marka kesinlikle. 7. Gün adlı kitabı ise en güzel ürünlerinden birisi. Gerçi Anar’ı okuduysanız bilirsiniz ki onun kitaplarından birisini tercih etmek ve öne çıkartmak o kadar zordur ki aslında her kitabında kendinizden geçersiniz ve kitap bittiğinde tavana boş boş bakıp bir insan bu kurguyu nasıl ortaya koyabilmiş diyorsunuz. Tabiki ilk defa onun dünyasına girerken biraz zorlanabilirsiniz, Osmanlıca kelimelerle ağdalı cümleler kullanmayı pek seviyor yazarımız, ancak biraz sabredip okumaya devam ettikten sonra bu dünya bu cümlelerden başka nasıl kurulabilirdi ki diye yazarın bu dili kullanmasının hakkını teslim edersiniz. Ne de olsa üniversitede uzun yıllar boyunca felsefe hocalığı yapmış yazarımızın bu dünyaları kurarken dilinin pek yalın olamayacağı da kabul ettiğimiz bir durum oluyor. Fiyakalı göndermeler, zeka şölenine davet eden espriler, nereden neyin çıkacağı belli olmayan sürprizlerle kendine hayran olmamak elde değil kısacası.
Şimdi yazarımızın tarzından kısaca bahsettikten sonra kitabımıza dönecek olursak kitap üç bölümden oluşuyor: Baba, oğul ve hayalet… Baba bölümü ikinci Abdülhamit’in bir sineği İstanbul maketi içerisinde kovalarken makette gördüğü şeyler karşısında çığlık atmasıyla bizi bundan çok alakasız bir olaylar zincirinin içerisine sokmasıyla başlıyor. Bu bölümde o zamanın İstanbul’unun arka sokaklarından tutup en lüks mekanlarına kadar varan bir maceraya sürüklüyor yazar okurları. Burada İstanbul’da geçen bir cinayet öyküsü karşılıyor bizi ancak kitap hiç de öyle polisiye öyküsü olarak sınırlandırabileceğimiz tarzda devam etmiyor. Gizem, mizah, fantastik-kurgu ve daha nice türleri kapsayan bir yapısı var. Daha sonra kendisine babasının padişahla süt kardeşi olmasından mütevellit kalmış olan bir yalının içerisinde gününü gün eden bir paşaoğlu ile başlıyor asıl olay. Daha sonra izbe bir sokaktaki bir kumar mekanına babasından kalan itibarını hiçe sayarak giden ve burada hiç tahmin edemeyeceği bir öykünün başlangıcına sebep olan olaylar yaşayan paşaoğlundan evrilerek İhsan Sait adındaki bir hokkabazın hayatından devam ediyoruz. İhsan Sait kitabımızın ana karakterlerinden birisi ve hikayenin işleyişine kendisi pusula oluyor ve onun derin emellerinden kafayı kaldırmak istemeyerek büyük bir merakla yol alıyoruz. Daha sonra oğul adlı bölüme geldiğimizde ise birinci dünya savaşı zamanlarında geçen bir hikaye karşılıyor bizi, savaşın önünü ve arkasını görebileceğimiz bir pencere açmış burada yazar. Osmanlı Devleti’nin o yıllarda neler yaşadığını özellikle askerler açısından bizlere en ince ayrıntısına kadar anlatıyor. Ve bizi burada kitabımızın ana karakterlerinden bir diğeri olan Ali İhsan karşılıyor. Kitabın son bölümü hayalet ise 1934 yılına götürüyor bizi. Burada ise güzel bir sürpriz ve anlaşılmadık bazı yerlerin güzel bir çözümlenişini çıkarıyor karşımıza yazar. Ve bir başka kitabı olan Galiz Kahraman’a da girizgah oluşturmuş.
Bu kitap insana birçok yönden sorgulamalar bırakıyor aslında, hatırı sayılır miktarda konuyu büyük bir ustalıkla ele almış. Din, tarih, politika, mekanik, felsefe gibi birçok açıdan zihin açan ve beyin fırtınalarına sürükleyen bir eser olmuş. Pek sürpriz bozmak istemediğim için kitabı tanıtmaktan öteye geçmiyorum. Ancak kitabın isminin geldiğini ve güzel bir gönderme olan şu küçük kısmı da bırakmadan geçmek istemiyorum:
“Kitabını tam altı gün boyunca yazdırdı. Döjira’ya kavuşma vakti gelmişti. Nihayet altıncı günün gecesi saatler 12’yi vurduğunda şöyle dedi: ‘Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.’ Kitabının son cümlesi de bu cümle idi.”
Okunma Sayısı: 981
YORUM YAP
Yorumunuz onaylandıktan sonra yayınlanacaktır. Yorumunuza yanıt verildiğinde mail ile bilgilendirileceksiniz.